Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Çoktan...

Sana yazılmadı o satırlar alınma üzerine. Kelimeye, heceye dökülmeden ağlar benim kalbim sessizce. Kopup giderken kıyılarımdan kırgınlığının yarattığı hüsranı yıkma üzerime. Yorgundum, yoruldum, sen farketmedin... Huzur bulmuyor kalbim. Sen seviyorken, sen istiyorken, sen aşıkken ben çoktan solmuştum, baharım bitti. Özgür...  

Nereye giderse...

İki cümle senin hikayen... Başladın ve bittin. Sadece iki cümle, o kadar. Arada başka bir kelime yok. Sen bu kadar kısa sürdün, ben bitmiyorum bende. Sen sonu belli olan bir çizgiydin hayatımda , silindin, ben uzuyor gidiyorum. Sen sürekli gidiyorsun, yüreğim dönüyor her seferinde bana. Kalbim sus pus, gelmiyor derinden, çakılı orada intizar. Gitmelisin bu sevdadan. Kaçak günlerin bunaltıcı serzenişleri yoracak belki seni. Kırılma, kırma... Ağla halime. Sevdasızlığa kenetlenmiş yüreğim. Suçun yok senin ama gitmelisin. Kenarında tek bir çiçek bitmeyen yolun yolcusuyum. Üzülme, hiçbir şey söyleme, gitmelisin. Her yer viran gönlümde, yer yok sana. Üzgünüm, üzdüm. Bu kadarmış diyelim, rüzgara bırakalım, nereye giderse...

Önemsiz bir yazı

Hatalardan yola çıkılarak ulaşılan doğruların daha değerli olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki günümüzde insanlara bakış açıları kazandıracak görüşler ileri süren adına ''aydın'' denilen kişilerin yeraltına saklandığı tespitinde aynı fikirdeysek. Ülkem için söylüyorum; bahsi geçen kişilerin, ''aydın'' olmanın gerektirdiği niteliklerin başında gelen ''özgür olma ve özgür kalabilme'' pratiklerini yitirdiklerinden bu yana yeni kazandıkları sürünün parçası olma durumunu doyasıya yaşıyorlar. Bu eleştirinin ardından gelelim asıl üzerinde yazmak istediğim konuya. ''Tamamı etten ve kemikten hasıl olan insanları birbirinden ayıran şey nedir?'' sorusunun cevabı önemli bence. Ben bunların, ''onur'', ''şeref'', ''namus'', ''duruş-omurga'', ''dürüstlük'' benzeri elle tutulamayan, gözle görülemeyen meziyetler olduğuna inanıyorum. Ülkemde insanlar onurlarını k

Hesapsız...

Seviyorum satırlarımı gözlerinin ziyaret etmesini. Sen beni izliyorsun, ben de gözümün önünden ayırmıyorum bir saniye seni. Nasıl ayırayım gözümün bebeğini gözümden? Söyle, izliyor musun hala gurub vakitlerinde batışını güneşin ya da gizliyor musun yokluğumda biriktirdiğin gözyaşlarının arasına kederini?  Unuttum, düşünmüyorum sanma seni. Biliyorsun, hissediyorsun sana yazdığımı. Özledim, özledin değil mi? Sen, ''ellerimi bırakma bir kez daha'' derken, ben ellerini bırakmanın yaşattığı derin hicranı gömdüm mü sanıyorsun derine? Her gün binlerce kez hesaplaşıyorum, hesapsız, kitapsız gururumla bilesin. Bana sensiz yaşamayı kendim seçtim. Savurgan, kemirgen üzüntülerin tam orta yerindeyim, seninleyim...

Buenos Aires'te akşam...

İtiraf zor...

Nar kırmızısı senin kalbin, kan kesiyor etraf sen hiddetlendiğinde. Yokluğun hüzün sarısı, mistral esiyor intizar vakitlerinde. Ruhumda yarattığın esrik çırpınışlar, sen giderken titriyor ayazda, çaresiz. Sonra feri sönüyor gözlerimin. Çığlıklar suskun, kangren olmuş bakışlar. Acınası mutluluklar yaratmaya çalışmak yoruyor beni, kırıyor ölesiye. İtiraf zor, mutsuzum, bitmiyor, bitmeyecek mi? Mutluluk verici hüzünler yeşertmek, biriktirmek daha kolay sanırım. Reva mıydı bu?         

Arjantin izlenimleri

Arjantin'e ilişkin izlenimlerim, düşüncelerim, ülkenin genel yaşamına ilişkin bilgilerin yer aldığı, ''Arjantin Notları'' başlıklı yazılarım ''www.551vekil.com'' haber portalında yayınlanıyor. İlginize sunarım.

Barış olsun diye...

  Kan kokuyor bulutlar, puştluk bulaşmış bakışlara. Edepsiz bir körelmişliğin beslediği insanları hanidir izliyorum. Hınca hınç dolu, menzili belirsiz bir katarın vagonları onlar. Menzil belli de aslında soysuzluğa sevdalanmış bir kere sağır gönüller. Nereye giderse gitsin bu katar inmeyecekler besbelli. Nereye giderse gitsin... İçerisi irin dolu yaraların, kabuk bağlamıyor. Dışarıda yağmur yağıyor, amansız. Gözler kararmış, köpekleşme sevdası ödem yaratmış beyinlerde. Kin başkaldırmış saklandığı yerden. İnsanlar dünyaya geldikleri analarının rahimleriyle anılır olmuş. Sevgisizlik ekiliyor şimdilerde ülkemin naif topraklarına. Mert yürekler darmadağın. Birbirini sevmeyen insanlar nasıl yaşar bir arada? Ömürler yanıyor, başka kalplerin aynı sevdaları buruşmuş . Seyrederken bu kızıl geceyi, üzülmemek elde mi? İnlerken ülkemin her bir ağacı, kuşu, çiçeği kan çekiliyor damarlarımdan. Kalbimin dağlarında gurub vakti. Sonra yeniden ''günaydın'' diyeceğim ülkemin dağl
Buenos Aires Olivos...

Şerefine...

  Uzun zamandır bir sorunun yanıtını düşünüyorum; insanlar tüm benliklerinin en saygıdeğer omurgasını oluşturan şeref ve vicdani namuslarından nasıl bu kadar kolay vazgeçerler? Ben bunu ''güce tapınma'', ''güce korkudan beslenen saygı duyma'' reflekslerine bağlamanın doğru olacağını düşünüyorum. Cumhuriyet ile birlikte başlayan -ki Anadolu insanının yaşamında en büyük devrim olarak değerlendirdiğim- ''birey yaratma'' çabaları,  bütününün parçası olmanın yaşattığı haz ve ''güvende hissetme'' güdüsüne yenildiğinden bu yana işler iyi gitmiyor. Girişteki sorunun yanıtını buradan aramaya başlamak gerekiyor bence. Kişisel varlığının tek başına da birşey ifade ettiğinin bir türlü farkında olmayanlar için kaybedildiklerinde boşlukları hissedilmeyen iki kavram ''şeref'' ve ''namus''... Bu öyle bir süreçtir ki bir kere inceltmeye başlarsanız bu iki kavramı bedeninizde, satar savarsınız ve savur

Buenos Aires-Argentina

Sana anlatacak ne çok şey birikti

Uzun süren bir gecenin ardından ince sızılı bir sabaha uyanıyorum. Pencerenin pervazlarında raks eden ışık akislerinin donuk uğultusunu dinliyorum. Sana anlatacak ne çok şey birikti. Sabırsızlıkla bekliyorum gözlerin yuvalarından uğrarmışcasına beni dinlemelerini izlemeyi. Kesif bir ölüm uykusundan uyanan bedenim silkeliyor şimdilerde üzerindeki küf birikintisini. Kadim inceliklerin birbiriyle yarıştığı umarsız bilgelerin umutsuz topraklarından geliyorum. Yitik güncelerin, anlamsız satırlarının sürüklenip gitmesini engelleyememek kanatıyor, yıpratıyor. Uzun zamandır içli acıların yoğrulduğu, kederden çatlamış bu topraklara uğramıyor telli turna. Hüzünlü bir çırpınışın ses bulması gibi sapı kırık bağlamanın tellerinde ağlıyorum memleketime. Avuçlarımda biriktirdiğim gözyaşlarımı döküyorum toprağa. Belki cansuyu olur yeni bir umuda. Sana anlatacak ne çok şey birikti bilsen, ne çok şey... Özgür Çoban

Düşle...

  Kılcal duygulara kadar inen depremlerin yarattığı akislerin etkisinde işliyorum bütün günahları. Zalimliğin en ince perdesine kadar gerileyen nefsin elinde oyuncak haline gelmiş kıskançlıklar. Başımın üzerinde uçuşan kimsesizliğimin bitip, sönüvermesini beklerken yarışıyor saniyeler dakikalarla. Bir saldırı, bir hükümranlık kurma hevesi kursaklarına dizilirken faillerin birer birer, incecik ağaç dalı üzerinden seyrediyorum kızıl ahvali. Rüzgar bekliyorum, tüm alacakaranlığı silip süpürürcesine esecek bir rüzgar bekliyorum. Renksiz bir yürek bunaltısı ya da budaksız bir sevdanın incelttiği, süregiden bu kalpsiz ayaklanmayı bastır artık ruhunda. İnişlerin, çıkışların yarattığı müflis günlerin azabından kurtul artık. Bir son düşle kendin için. ''Mutlu son''...     

Sonrası...

Hüzzam bir gurur çare mi bu saatten sonra? Sevdalar paslanmış çakaralmaz, sabırsız. Kalpten sorumlu intizarlar bile çekip giderken birbiri ardı sıra sen neredesin? Bu sana kaçıncı yazı? Bu sana kaçıncı sitem? Sen mi erkensin, ben mi geç? Gönlün perişan. Yorgunluk akarken göz pınarlarından, ızdıraplarının erittiği bedenin acıyor gün be gün, hissediyorum. İstemiyorum gözlerimin sensizliğe alışmasını, istemiyorum ömrünün sevgisiz bitmesini. Yazık. Mahçupsun biliyorum. İnadına yaşadığın duygudan yoksunluğun dibine vuruyorsun yavaş yavaş. Bundan sonrası kahır inan. Sonrası içten çürüten gamsızlık. Bu sana kaçıncı yazı, kaçıncı sitem? Umarsızca saçıp savurduğun saflığın nerede? Nerede bıraktın gülümsemelerini, hangi tenlerde erittin masumiyetini? Ne olur toparlan artık. Bu sahile vurmuşluk, bıkkınlık sona ersin artık. Biliyorsun kimse sen değil, senin gibi değil.

Zamansız

İmkansızlıklar yarışıyor adeta hayatında. Atbaşı hüzünler, amansız. Kıyıda köşede kalmış bedbin, yorgun hisler bir bir yer ediniyor yaşamında yeniden, silinmez. Tekrarı hiç sonlanmayan, her defasında yeniden sürgün veren sorumsuzluklar, klişe. Cimri, kanatsız, yırtık, ruhsuz yosmaların doldurduğu uğultulu kentten ne kaldı geriye? Yalın ayak, üzerinde binlerce ızdırabın inlediği, ansız, zamansız bakışlar. Kalpler çırılçıplak şimdilerde, kıskıvrak bulanmış halde güdümsüz sevdalara. Her çıkmazın ardında biçare gülüşler. Sanki maskeleyecek hıçtan kızarmış umutları. Savruk, kangren çırpınmalar, sonuçsuz. Yoldasın , yürüyorsun durmaksızın. Hangi menzile? Kirlenmiş gözyaşları, ciğerler kabarmış, iltihap sarmış hisleri. Sızıntı var mertlikten, duvar çatlamış. Histerik bir süreç bu, anlamsız. Bir yaz hengamesi örtüyor gerçeklerin üzerini yavaş yavaş. Sonra... Sonrası sonbahar... Sonrası alabildiğine kahverengi. Bir resital gibi adeta, yeşil dönerken soluk kahverengine. Avuçlarında d

Arnavutluk-Tiran

Uzun sürdü gidişin...

Kırık dökük çıkarların yılmaksızın yarıştığı, dikensiz gül bahçesi hayallerinin avuttuğu biçare kırgınlıklarım. Sana yazıyorum yıllardır usanmadan. Ne kalem bıkkın, ne kağıt. Elimden geldiğince yabancı seslerdeki yankılarını ya da gözlerdeki akislerini takip ediyorum. Sızılı su birikintileri hüküm sürerken öksüz Ankara kaldırımlarında, sen duygudan yoksunluğumun kimsesiz hıçkırığısın. Kalpten kalbe uçuşup duran biricik sevinçlerin hercai tesellisi, gün aralanırken acılı sundurmaların çatlaklarından yüreğini bilemek neden kinle? Kuşlar ölüyor bu kentte ecelsiz, hesapsız, kitapsız, bilmiyorsun. Her köşeyi tutan yalnızlık, her göz pusuda.  Yürekler sevdayla bilenmeyi unutalı çok uzun zaman oldu. Umutla bekliyorum şimdi, zerdaliler çiçek açtı bu bahar yeniden. Alev alan yalnızlığımı söndürmeye bile çabalamıyorum artık.  Uzun sürdü gidişin, gelişini hiç beklemiyorum bilesin.

Ne oldu?

Ne oldu, ne oldu anlayamıyorum? Ne değişti? Bu kadar yıkan, eriten, dağıtan, parçalayan ne mertliği? Sinsi bir tuzak kuruluyor ötelerde, berilerde, hissedilmeyecek gibi değil. İnsanların arsızlığın, soysuzluğun yakıcı ateşine bu kadar kavrulmaları niye? Kalıpsızlığın alıp götürdüğü yüreklerin giderek sarardığını görerek yaşamak... Biri çıkar da açıklar bu gidişi diye beklemek ne kadar anlamsız. Bir bunaltı havası çöktü gönüllere, insanlar riya duvarlarıyla örülü küçük dünyalarına gizlenirken, senin kaçacak bir yer bulamaman... Çok zor. Sevgiler, artık badem ağacının minik çiçekleri kadar bile yaşamıyor. Metalden, puslu kalplerin ürettiği sevdalar, paslanıyor bir süre sonra dökülüyor. Şairler sustu, şiirler isyanda... Prangalarından kurtuldu kin. Gövdeler yarılıyor ortadan ikiye, umut mu, o hiç yok bu sıralar müzmin kaçkın...

Kardeşim Alessio...

Başlıksız...

Kan revan içerisinde duygular, soluyor erguvanlar, bir teselli beklerken, umutsuz... Acıtmayan, bir kalp sızısı avuçlarımda, kimsesiz. Törpülemek lazım, kışkırtan, tavizkar, biat etmiş duyuşları. Çekip çıkarmaya çalışırken körpe incinişleri, dipsiz kalpsizliğin hain dehlizlerinden, çaresiz tek başınasın. Kınanmış, dışlanmış hayatların çürüttüğü topraklarda yeniden hasat mevsimi. Ne biçeceksin, menzili tükenmiş hırslardan başka? Dalgalanırken kimsesizliğin ruhunda, hiç bitmeyecek sandığın sanrıların hüküm sürdüğü bu kangren sefalet kabuk bağlayacak mı? Sen yine de git, belki de gün gelir dönersin yeniden, tertemiz bir gülüşte ya da ne bileyim inkarsız bir çift bakışta.

Kiraz Kuşu

Sınırsız bir kalp ağrısı saplanmış kalmış kimsesizliğimin tam orta yerine. Çivisi çıkmış sensiz süregiden kahırların. Nefes daha da koyulaşırken arkasında durulması zor yeminlerin gölgesinde, sırnaşık mevsimlerin omurgasız sızlanmalarının arasından akıveren bir sıcak tebessüm senin mavi gözlerin. Böylesine yaman bir gidişatın yarattığı sersemliğe teslim olmamak adına harcanan bedenler. O mavi bakışlardan süzülen, bedeli çok öncelerden binlerce kez ödenmiş, en saf haliyle naif bir kalpten damıtılmış sevgiye direnmek ne kadar zor. Hani olmasa, olmasa o mavi gözlerin ne anlamı var adamlığımın ya da ne anlamsız sensiz… Söyle, bir yüz yıl daha geçer mi seni unutmaya çalışarak? Söyle bir yüzyıl kadar uzun mu? -0- Hayatın silip süpürdüğü kalplerin sızısını incinmiş benliklere anlatmak o kadar kolay değil. Yürürken yılları, hiç bitmeyecek sanmanın verdiği garip hazzın tüketen renklerine kanmamak da öyle. Kapıp kaçıveren utangaç bakışlar ya da bir kelebek

Bahar...

Ne kadar zor özlediğin gözleri başka gözlere emanet bırakmak. Hiç bilmeden, senden haberi olmadan yaşayıp gitmesini izlemek, ne zor. Telaşsız ama savurgan, incitmeden ama incinerek yaşamak ne zor. Kırışmış, buruşmuş, kitapsız intizarlar. Onuncu mevsim geçiyor aralıksız… Kıyasıya bir mücadele bu, kaybedeni belli değil. Avare, biçare, bir bühtan sarmalında çaresiz kaçışlar… Hiç cevap verilemeyecek sorulara muhatap olmanın acizliği içerisinde kıvranan, soysuz arsızlık. Gideceği gelişinden belli olan isteksiz huzur. Güneş karası, kızıl maviler sıkıştırırken yüreğini amansızca, kavilleşmek kalbinden akıp giden geçmişle. Düşlerin üzerine ağır bir demir kapı kapanırken yavaş yavaş, üzülmek ne anlamsız iyice çöken gurub vaktine. Silkelenip ayağa kalkacak gücü hissetmiyorum kendimde. Ağır geliyorum kendime, taşıyamıyorum. Gökyüzünü seyrediyorum sabaha karşı beş. Patlıyor derinlerden güneş, utangaç bir mavi kaplıyor gökyüzünü. Sonra ardı ardına inceliyor, hırpani kıvrımları bıçkınlığımın, keskin

Kaç gel...

Haydi kaç gel artık, gönülsüz, bir tutam çaputa dönüşmüş çıkmazlardan. Rahimler artık kurumuş, çocuğa kesmiyor. Nicedir tek bir bebek ağlamasına hasret kulaklar doyasıya. Binbir kıvrımın içerisinden yol açmaya çalışan esaret düşkünü düşüncelerin bunaltısı sarmışken umutların üzerini kaç gel bilinmezlerden. Sana verilen yeminler bilmem kaç yüzbin kere bozulurken, sen ödün verme. Bir ihtilal sancısı ateşi kavururken kendini buhrana vurmuş gökyüzünü, solgun iniltilerin sarıp sarmaladığı kısacık hayatında bir çıkmaz daha mı? Sütten çekilmiş anaların göğüsleri, bebelerin dudakları çatlamış, umutsuz. Bilmem daha kaç bin kere daha bozulacak sana verilen yeminler ve sen bilmem daha kaç bin kere yenik düşeceksin kalbinin minikcik duyumsamalarına. Doğru, yanlış, pişmanlık daha bilmem kaç yüzbin kere bulacak seni ya da terkedecek. Korkacak mısın? Ya da kendini terk et, sal ruhunu umut et, belki bir başka bedende şekil bulur diye. Eller, kollar bağlanmış, diller susmuş, delilik bu biliyorum. H