Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

BAYRAK

AMASYA

MARDİN'DE GECE

MARDİN

SAFRANBOLU'DA GÜN BATIMI

Dünya üç beş bilgisizin elinde; Onlarca her bilgi kendilerinde. Üzülme, eşek eşeği beğenir, Hayır var sana kötü demelerinde Ömer Hayyam...

İMKANSIZ...

Yalnızlığın ürkütücü birlikteliğinde şimdi seninleyim, Koskocaman bir şehir derin uykudayken, ben nöbetteyim... Yalnızca pavyonların dar, konsomatris kokulu locaları ve caddelerüstü kokoreçciler beklemekte benimle. Zor olanı tüm çıkmazlarıyla yaşamanın verdiği acı, tatminsiz aşkların güdümsüz kederleri ve ekşimiş bir yoğurdun burması gibi ağzımı, boynumda ilmek ilmek geriliyor, sensiz bitesice günler. Sıkıntım bazen aşıyor beni, nefes almak bile ne kadar zorlaşırken, seni düşünmekten vazgeçmek imkansız... Ya seni düşünmekten de vazgeçersem, ne kalacak bana? Umutsuzluk çıkmazında salınan özlemlerimden başka. Yalnızım... Hem nasıl biliyor musun? Sensiz süregiden saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar... Git git tükenmeyen, aşılamayan yollar. Seni öyle özledim. Senin varlığının anlamı kaplıyor tüm olup bitenin anlamsızlığını. Duyumsamak seni ve tıpkı güneşin bedenimi ısıtması gibi, seni düşünürken fokur fokur kaynamak ne güzel... Ah keşke şimdi yanımda olsan, gözle

KAPADOKYA-UÇHİSAR KALESİ

KAPATMAYALIM GÖZLERİMİZİ

Destek verelim yüreğimize, bir omuz da biz atalım yeter. Bakın neler değişecek, göreceksiniz. Belki ırmaklar yine ışıl ışıl akacak, belki ormanların yeşili gürleyecek yine gökyüzüne ya da hayat bulacak Tuz Gölü yeniden. Telli Turnalar geri dönecek belki, belki dağlarımızda Pars göreceğiz eskisi gibi. Sulak alanlar kurumayacak, göçmen kuşlar ''burada konaklayacak yer kalmadı'' deyip üzerimizden geçip gitmeyecek, yazlar yaz gibi kışlar kış gibi olacak yeniden belki. Tüm varlığımızı, yaşamımızı borçlu olduğumuz topraklarımız avuçlarımızdan kayıp giderken, bir fidanla ''dur'' demek mümkün olacak belki erozyona. Belki diyorum, pırıl pırıl bir gökyüzü mümkün yeniden ya da içerisinde kükürtdioksit, partikül madde olmayan bir soluk alabilmek. İşte o gücü, omuz verecek gücü kendimizde bir bulalım yeter. ''Türkiye Kyoto'ya taraf ol'' diye bağırmak ya da bir balina katledilirken herhangi bir okyanusun herhangi bir karanlık derininde, göz yaşı dö

Beypazarı Evleri

Vapurdan İstanbul

ÇEPEÇEVRE

Çevre, insanoğlunun faaliyetlerinin tümünü içerisinde yürüttüğü, hassas dengeler üzerine inşa edilmiş bir geniş yaşam platformu. Bu platform, dünyanın milyarlarca yıllık hayat döngüsü sürecinde hiç olmadığı kadar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. İnsanoğlu, son 1 asırdır hiç olmadığı kadar yiyip bitiriyor, eritiyor kendi yaşam alanını. Bunu anlamak öylesine güç ki. Sana karşı kendisini bu kadar cömertce sunan, kapısını ardına kadar açan doğa anaya bu kadar zulüm neden, anlamak güç dediğim gibi. Gömülüp kaldığımız, günlük hırslar, popülist duygular ve post kapma yarışı içinde avuçlarımızın içinden kayıp gidiyor kırlarımız, dağlarımız, ırmaklarımız, ağaçlarımız, floramız, faunamız... uzar gider bu liste daha. Bunların olmadığı bir dünyada, insan ne anlam ifade eder soruyorum size? Size sadece çelik ve demirden ibaret bir dünya yeter mi sanıyorsunuz? Bir elmayı dalından koparamayan el ne işe yarar ya da kırdan derdiği papatya demetini koklamayan bir burun... Farkında mısınız

Ürdün Lut Gölü'nde günbatımı

-kısacık duygular-

Gözlerim sözünü tutmadı. Ağlamayacağım demiştim senin ardından, ağladım... Çok üzülüyorum olan bitene. Bir zamanlar tüm şiirlerimin, yazılarımın ilhamı olan sen şimdi bir silüet olarak yerini alıyorsun yavaş yavaş belleğimde. Kahrolmamak elde mi? Bu kadar kolay olmamalıydı belki. İnsan hükmedemiyor zamanın aleyhinde akışına. Bizim bitişimiz de böyle bir şeydi. Hükmedemedik sevdamız elimizden kayıp giderken zamana. Gidişatı görmek, durumu lehine çevirmek de gelmiyor insanın elinden bazen. Görünmez bir el, görünmez bir kum saatini tepesi aşağı çeviriveriyor ve kumlar akmaya başlayarak makus talihini yavaş yavaş şekillendiriyor. İlk aşkımdın, belki de son... Özgür Çoban...

Sana...

Takvimlerin sayfalarını bir bir yırtıyorum, bekliyorum gelecek bir gün senden ufacık da olsa bir haber, biliyorum. Geçiyor yıllar, vakit kararıyor. Bekleyen saatlerim, dakikalarım bir o kadar pişman. Umutsuzluk yakışmıyor bana, ötelemek istiyorum karamsar çıkışlarını ruhumun. Bir nümayiş hali içinde çırpınıyor akrep ile yelkovan. Evin sokağa bakan penceresinin pervazları sızlıyor kimsesizlikten. İçimden pencereye varmak gelmiyor, senin gittiğin yol orası. Üzerinde duygularımın volta attığı sundurmalar isyan ediyor, binlerce kez koklamaya yeltendiğim, hala aynı yerinde duran yastığımdaki kokun. Bende mi gideyim? Gitmek istesem de ayaklarım direnir biliyorum. Geri dönmek o zaman bu boşluğa inan bana daha zor olacak belki. Kır, dök, incit beni... Alışkınım, kar altındayım, başım daha çıkamadı, uzanamadı gökyüzüne. Çürüyecek cesedim belki burada. Bu düşünce kemiriyor ciğerlerimi, sızlatıyor burnumun direğini. Sensiz ölmek bile ne kadar zordur, öyle sanıyorum. Odamın çift kanatlı ahşap kapı

masumiyet

Satılık masumiyetler çağında yaşıyoruz. İnsanlar evlerinde tenha, ışık görmeyen köşelerde büyüttükleri masumiyetlerini haraç mezat satıyor bugünlerde şehir keşmekeşlerinde. Asıl mühim olan bu değil aslında. Satılık masumiyetlerin geri dönüşü nasıl oluyor yaşama? Geri alabilen oluyor mu masumiyetini acaba? Sen kıyıp kifayetsizce sattıktan sonra ne bekliyorsun, ne umuyorsun bu alışverişin sonunda? Üç otuz paraya sattığın, çerez yaptığın masumiyetinden geriye ne kaldı sende onu düşün bence. Geldiğim yere geri dönerim, yenisi büyütürüm masumiyetimin diye düşünme. O temiz ülkelerdeki temiz topraklar seni kabul etmez asla. Sıkıntılı bir süreç öyle değil mi? Ama sen en başta gönüllü olmadın mı buna? Satmadın mı saflığını ona buna? O zaman katlanacaksın sonuçlarına. Geri gelmez giden hiçbir şey inan bana. Sen de arsızlık bataklığının hiç çiçeklerini dökmeyen dikenisin artık. Özgür Çoban...

-tek bir nefes...-

Ciğerlerime dolduruyorum seni her nefeste. Daha bir içten, daha bir güçlü çekiyorum her defasında havayı boğazıma. Doyuyorum sana, kokuna ve bana yaşatmanı umduğum, havanın tadında bulduğum hazlara. Çünkü, sen de bu kentin havasını soluyor, bu kente geri veriyorsun soluğunu. Seçiyorum, arıyorum, özellikle sana yakın duruyorum. O zaman daha bir güçlü çekiyorum havayı boğazıma. Mutluluk mu? O, bu noktadan sonra başlıyor. Sen ciğerlerimde ılık ılık dolaşırken, beyin kıvrımlarıma hükmederken sürüyor. Sonra yavaş yavaş terkederken bedenimi yine yalnızlaşıyorum. Bir sonraki nefesin gelişi uzun sürüyor, yıllardır hasretini çekiyormuşum gibi. Sonra yine mutluluk yakama yapışıyor. Bitmesin, bitmesin saniyeler, dakikalar, saatler, belki yıllar ya da hiç şaşırma asırlar geçmesin istiyorum. Zamanın durduğu, benim ömrümün uzadığı, bir nefese doyamadığım andır o an... Özgür Çoban...

-Teknolojik İletişimsizlik-

İnsanoğlu, ''Teknoloji'' adını verdiği kavramın içine gömülü bulunan enstrümanların her geçen gün daha da fazla etki alanına giriyor. Anlaşılması zor olansa kimsenin bu gidişattan hiçbir şikayeti yokmuş gibi yaşayıp gidiyor olması. Ofiste karşınızda oturan arkadaşınızla konuşmak yerine meramınızı ''chat'' yoluyla anlatmak, komşularınızla yüzyüze bayramlaşmak yerine cep telefonu yoluyla ''SMS''-kısa mesaj- göndermek giderek meşrulaşıyor gibi geliyor bana. Sürekli artan dünya nüfusun beraberinde getirdiği paylaşım sorununun insanlara kanıksattığı asayiş sorunlarını da bunun üzerine koyarsak işler biraz daha karmaşık boyuta itiliyor. Aslında ne acıdır değil mi, yolda yürürken, yanınıza yaklaşarak size bir şey sormak isteyen birisini korkudan görmezden gelerek uzaklaşmak. Eminim, bir çoğumuzun başına gelmiştir bu durum ve sıkıntılı bir, ''ben ne yapıyorum'' sorusunun beyinde yarattığı yeni kıvrımın farkına varmadan yürüyüp git

-Duygular Üzerine Kısa Bir Yazı-

Hayat ırmağının eskisi gibi akmadığını, bilginin, erdemin, sanal duygulara yenildiğini, umutların yerine ikame edilen ibretlik yaşantıların çaldığı güzelliklerin gelmemecesine gittiğini biliyorum artık. İnsanların bu gidişe ''dur'' dememek adına direttiği inatlarının yerin dibine batmasını beklerken, duygusuzluk savaşından nefret bile ziyan değil mi aslında. Çünkü sevmek, güvenmek artık yasak. Cinlerin, uyanıkların, hinlerin dünyasında zihniyeti köylü kalanların vay haline... Köylerimizde, somyalı, siyah-beyaz televizyonlu evlerimizin sıcaklığında bıraktığımız iyi niyetlerimiz, hoşgörümüz şimdi ayaklar altında. Oysa ki iktidar mücadeleleri, kırmak, dökmek ne kadar bitmek bilmez duygu birikintilerinin artıkları. Eminim, Cengizhan, Hitler ve diğerleri dünyanın kendilerine kalacağı düşüncesinin neresinde gerçeklerden koptuklarını anlamaya çalışıyorlardır şu anda bulundukları yerlerde. İşte böyle kaotik, anlaşılamaz bir şey yaşam. Bir gün tüm gücün kendinizde toplandığı düş

''Ömür'' Denilen Tiyatro

''ÖMÜR'' DENİLEN TİYATRO Hayat, bazen insanlara değişik sahnelerde sergilenen yeni oyunlarda yeni roller vererek çeşitli sürprizler hazırlıyor. Bilinmeyenin sır olduğu, bilinenlerin ise kimi zaman umut dolu günlere, kimi zaman kişisel girdapların bunaltısına sürüklediği ömürümüzü gün gün bitiriyoruz. Hep beklenen ama hiçbirimizin kavuşamadığı o sorunsuz, sıkıntısız günlerin özlemi ile hayata yumuyoruz çoğu zaman gözlerimizi. Oracıkta, yatakta ölüm meleği Azrail'in ''merhaba''sını beklerken gerçekten ömür bir film şeridi gibi geçiyor mu gözlerimizin önünden? Hatalar, pişmanlıklar, mutluluklar,özlemler, acabalar... Hep yaşamak istenen ama hayallerde küf tutan, bulunsa bile yaşamak için belki yüreğimizde derman bulamayacağımız büyük bir aşkı beklerken ölmek daha acıdır belki de. Göğüs kafesinin arkasında hergün binlerce kez çarpan yüreğin hakkı değil mi (bir kez olsun) ölesiye sevmek? Ya yaşayamadıklarının pişmanlığı doldurursa son nefesinde içini? Umut