Ana içeriğe atla

-Teknolojik İletişimsizlik-

İnsanoğlu, ''Teknoloji'' adını verdiği kavramın içine gömülü bulunan enstrümanların her geçen gün daha da fazla etki alanına giriyor. Anlaşılması zor olansa kimsenin bu gidişattan hiçbir şikayeti yokmuş gibi yaşayıp gidiyor olması. Ofiste karşınızda oturan arkadaşınızla konuşmak yerine meramınızı ''chat'' yoluyla anlatmak, komşularınızla yüzyüze bayramlaşmak yerine cep telefonu yoluyla ''SMS''-kısa mesaj- göndermek giderek meşrulaşıyor gibi geliyor bana. Sürekli artan dünya nüfusun beraberinde getirdiği paylaşım sorununun insanlara kanıksattığı asayiş sorunlarını da bunun üzerine koyarsak işler biraz daha karmaşık boyuta itiliyor.
Aslında ne acıdır değil mi, yolda yürürken, yanınıza yaklaşarak size bir şey sormak isteyen birisini korkudan görmezden gelerek uzaklaşmak. Eminim, bir çoğumuzun başına gelmiştir bu durum ve sıkıntılı bir, ''ben ne yapıyorum'' sorusunun beyinde yarattığı yeni kıvrımın farkına varmadan yürüyüp gitmek. Belki de insanoğlu, yavaş yavaş bir hesaplaşmanın, eteğine yapıştığının farkına varmaya başladı bile. Nedir bu hesaplaşma, diyalektiği var mı? İşte bu soru çok önemli, diyalektik yani ''doğru bilgiye fikir tartışması yoluyla ulaşabilme hali'' giderek yalnızlaşan insan yığınları için gerçekleştirilmesi zor bir durum olarak duruyor karşımızda. İnsanoğlunun hesaplaşması dedik ya, aslında bu hesaplaşmanın özünde yatan olay şu; teknoloji anaforunun, ahlaki değerleri, diyalog yeteneğini, mutluluk duygusunu içine hapsetmesine göz yummak... Nereye kadar? Cevabı zor bir soru. Üzerinde yükseldiği temeller somut fakat kendisi bir o kadar soyut bir kavram olan teknolojiyle ilgili konuşmak zor. Görünüşte, teknolojinin hayatlarımıza bu kadar egemen olmasından kimse şikayetçi değil gibi görünüyor. Belki de bizimki gibi geleneksel değerleri ve tutumları hala sıfırlanmamış toplumlarda bu sıkıntı henüz hissedilmiyor ama ya dış dünya.
Biliyor musunuz, hayatlarını teknoloji dışı alet hedavatlarla sürdürmeye Amerikalı Amishler hakkında bugünlerde yüzlerce makale yazılıyor. Neden? Çünkü insanlar giderek artan yalnızlık duygusunu yenmenin yolunun diyalogtan ve diyalektikten geçmeye başladığını anımsadılar. İşte, yukarıdaki kritik sorunun cevabı bu noktadan sonra aranmaya başlanıyor, ''Nereye kadar?''. Nereye kadar, bunu şu anda kimse bilmiyor. Ama umudum, herşeyin sıfırlandığı, insanoğlunun tükendiği bir noktaya kadar değil. Umudum, diyorum, çünkü bu düzlemdeki kıpırdanmaların, sızlanmaların yavaş yavaş başladığını gözlemliyorum. Benim derdim, muhafazakarlık, gelenekçilik değil asla. Ben, insanların yığınlar halinde herhangi bir gidişe ''dur'' diyebilecekleri güzide bir bilinç oluşturacak ivmeyi ne zaman yakalayacaklarını merak ediyorum o kadar. Dili, dini, ırkı, derisinin rengi, havası, suyu, ne olursa olsun, insanoğlunun tümüyle ne zaman birbirlerini incelemeye başlayacaklarını ve birbirlerine alıcı gözle bakacaklarını merak ediyorum. Çok garip bir talep gibi gelebilir bu. İnanın bana en çok buna ihtiyaç var. Zaten önyargıların, kalıpların üzerinden değerlendirmeler yapıldığını düşünsek bir an için, teknolojinin bizi bu kadar esir almasına izin vermenin ne büyük bir budalılık olduğunu anlamak zor olmazdı kanımca. Konuşun, koklaşın, kavga edin, bağırın, çağırın, sevgi sözcükleri mırıldanın, nefretinizi dile getirin kendinizi ne şekilde olursa olsun ifade edin. Kısacası, diyalog iyidir, hep olmalıdır, bu monolog yaşantıların kapsama alanında...

Özgür Çoban...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anneanneme...

Sımsıkı sarılmıştın bana, sımsıcak, "oğlum dikkat kendine oralarda" diyerek. Son vedaydı, son sarılma, yanaklardan süzülen son damlalar. Bakamadım yeniden arabamın aynasından ayrılırken yanından. Biliyordum ki umutsuz gözyaşları ıslatıyordu yorgun, bitkin gözlerini . "Kurtul o makinelerle dolu hastane odasından" demiştim sana. Kurtuldun mu bitanem? Minicik bedeninin çektiği acılar bitti mi? Alnın akça pakça, yüreğinde kapanmamış hiçbir hesap kalmaksızın süzüldün gittin sana can verenin, seni anne, seni anneannem yapanın yanına.  Biliyorum orada da sevecekler seni. Sımsıcak kalbinle kavrayacaksın başka kalpleri. Söz verdi melekler, hiç bırakmayacaklar ellerini. Sonra içindeki genç kadın özgür artık alabildiğince. Mutlu olacaksın biliyorum bunu tüm kalbimle.  Kimsesiz günlerinin beş çocuklu annesiydin. Ne kadar yorgun bir o kadar güçlü kadındın sen. Bir son sihir istemiştim, beklemiştim senden. Olmadı, gösteremedin bitanem, tontonum. Anneannem olduğun için, o çelikten

Bu mektup sana...

Kömür karası gözlerinin arasına sıkışıp kalmış gönlümü kurtarmak mümkün mü? Yüreğine çekildin, sımsıkı kapalı kapılar. Bir ışık bekliyorum bilesin. O sımsıkı kapalı kapının ardından sızacak minicik bir ışığı bekliyorum. Gülerken ağlıyorsun farketmedim mi sanıyorsun? Hissetmek o kadar zahmetsizce, zorlanmadan kalbindeki isyanı, ne kolay biliyor musun? Mutluluk çiçekleri açmıyor artık senin topraklarında. Kendini mahkum ettiğin çıkmazdan kurtulman bu kadar zor mu? Duygularına vurduğun prangaları sök at ne olursun. Sen mutlu ol yeter ki varsın yansın dünya. Hayatın seni kavramasını daha ne kadar engelleyebilirsin söyle bana? Kavradı yaşam belki de seni gönlünün en gizli, hisli yerlerinde, bunu kabul etmek istemiyorsun. Neden bir ses çıkmıyor, neden kapılar kapalı sımsıkı? Anlıyorum seni, silmek zor gönülde yıllardır birikmiş, kederin eşlik ettiği yalnızlığı. İçten içe açılmış, hiç kabuk bağlamamış, derin yaraların izlerini yok etmek zor. Kaldır başını artık kubbelerin arasından, yüreklice

Başlıksız...

Varsıl sevdaların bitmez sanıldığı, keşmekeşlerin sinsiliğinden uzakta bahtiyar hayatların yakınında bir umut... Çürümüş yelkovan ile akrepten medet uman, paslanmış hislerin esaretinden azat olmak. Ciğersiz, kalıpsız sevdaların azap dolu serzenişlerini görmemezlikten gelmek. ---o--- Işığı görmek belki de her hüznün ardında... Hangi ayrılık, hangi kopuş bu kadar yaralar? Hangi gidiş bu kadar acımasız, bu kadar yalan? Hangi veda bu kadar umursamaz, bu kadar gamsız? Kalben çöküş, inciniş...