Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bu sonbahar böyle oldu...

Yolu yürüdüm bitti yine, menzile vardım. Yine kayboluş, yeni başlangıçlar. Duygularım tükendi, kalem kağıda varmıyor nice zamandır. Yazılmışların arasında kendime yeni bir yol arıyorum. Eskisi gibi yardım etmiyor kadim dostlarım yalnızlık ve ayrılıklar. Samimi gülümsemelerden yana yaşadığım mahrumiyet… Ne zaman bitecek? Şefkatsiz bir sonbahar yaşıyorum, göçmen sızlanmalar arasında. Gözlerinin değdiğini hissediyorum yazılarıma. Benimlesin her gün biliyorum. Kırgın yüreğinde yaşatığın üzüntülerin kara gözlerinde erisin. Kaybolmuş ruhunun esrik yankıları asılı kalıyor vicdan yaralarında. Yıllanmış sevdanın tortularını söküp atmak kolay değil biliyorum. Yaşıyorum… Belki kadavradan ibaret bir beden… Paslı gurub vakitlerinin yaşattığı bıkkınlığın ardından kanıyor yaralarım, bitmiyor. Bitsin, bitsin artık çığlık çığlığa yakınmalarım. Bu sonbahar böyle oldu, yazılarımdan hüzün damladı hep. Okudun, üzüldün belki. Belki bu ilkbaharda mutluluk yazarım, resmini çizerim kelimelerle. Ne
Sana anlatacağım dertlerimi uzun uzun. Seviyorum seninle bezgin zamanlarda, yorgun dertleşmeleri. Benim için üzülmene üzüleceğim. Belki yakınında ya da çok uzakta… Bir daha ki bahar gülü açana dek. Bir patlama bekliyorum duygusuzluk sarmalında kıvranan ruhunda. Bir olasılık üzerinde düşünüyorum, her dem mutlu, genç kalan kalbine sığınabilmek düşüncesine öykünüyorum. Yalın ayaklarım yeni değiyor yağmur kokusu üşüşmüş toprağa. Toprak kokusu, yağmur sonrası yıkıyor benliğimi. Yamanmış yalnızlıkların, yaldızlanmış gözyaşlarının arasında yolunu kaybetmişsin, anlıyorum. Masmavi sudan yansıyan gölgeni sevdim galiba. Ufacık bir sızıdan yola çıkmışsın, şimdi kocaman acıları taşımaya çalışıyorsun çökmüş omuzlarında. Senin cezan yalnızlık öyle değil mi? Çekiyorsun, çekmek zorundasın değil mi? Mümkünü yok değil mi, çıkışın? Gelip geçenler durağında aklına geldi mi hiç ineceği birinin? Yordu mu seni bu sitem? Üzdü mü?

geç öyle değil mi

Günlerdir yazıyorum, sürekli sızlanmak, dert edinmek, bağıra çağıra isyan etmek geliyor içimden. Bir yığın umursamazlık içerisinde çaresizce kimsesizim. Ağlamak ağır geliyor serde erkeklik var. Giderek anlamsızlaşan, giderek bulanıklaşan vurgun yiyen, buruk halim. Mukavetinin erdiğini hissetiğim, güçlü nefretlerim. Her adımda giderek silikleşen renklerim. ''Bir daha ki gelişimde'' diye başlayan cümlelerime olan duyarsızlığın. Sendeki aldırmaz haller incitmiyor eskisi gibi. Uzun ömürlü bir serkeşliğin tam da orta yerinde duran ben, kalpsizim artık inan. Sadece hüzün yüklüyüm. Uzak diyarların, uzak yollarında kaybolmuş bir seyyah ya da ne bileyim yıkık bir yol kenarı çeşmesi. Gözyaşlarımı biriktiriyorum sana. Bir anlamı var mı? Günlerdir yazıyorum. Yalnızlığın ruhumda yarattığı akisleri takip ediyorum. Cana geliyor sonra kelimeler, kağıda akıyor birbiri sıra. Delilik biliyorum; alabildiğince, hunharca zorlamak duyguları. Mantığımın bana incecik bir saç teli ile bağlı oldu

Gidiş...

Bir hazırlık arifesindeyim. Telaş kapladı dört bir yanımı. Bir gidişin eşiğindeyim. Çoçukluğumun, gençliğimin topraklarından kopuşun öncesindeyim. Gideceğim, dönmemek pahasına. Bir yürek sarasına tutuldum. Oksijen genzimi yakıyor, soluyamıyorum gönlümce. Vedalaşıyorum yavaş yavaş bu kentin kuşlarıyla, ağaçlarıyla. Özlememek elde mi? Sinmiş kokusu üzerime. Bir ayrılık havası hasıl oluyor gökyüzünde. Kaplıyor her yanı. Mutlu muyum? Bilmiyorum bu sorunun yanıtını. İlk aşk, ilk heyecan, ilk hüzün, ilk öpücük, ilk kalp ağrısı. Asılı bu topraklarda hepsi. Onlar burada kalacak. Belki anlamsız, belki biçare. Hiç kimseye ait olamamanın verdiği acıyı tadacaklar ilk kez. Bense yeni topraklarda yeni hüzünler, yeni sevinçler, yeni kalp ağrıları yeşerteceğim belki. Gidiyorum… Bu kentin unutmasını bekleyeceğim beni. Kalpten hellaleşiyorum davamla, dedim ya bir ayrılık havası hasıl oldu bugünlerde gökyüzünde. Ağız dolusu bağıra bağıra yaşadım bu toprakları. Her çiçeğine gönlüm kaydı, her kuşun kanat ç

Başlıksız...

Vallahi inan lütufkar duygularının acınası özlemi içindeyim. Bu yaşam denilen karmaşa içerisinde çarmıha gerdiğim benliğim kanıyor. Düşsel birikintilerin son kırıntıları avuçlarımda seni arıyorum. Gittiğin yerden hayatı geri sarıp seni yaşıyorum tekrar tekrar. Binbir derdin içerisinden seni seçiyorum. Zaman çürüyor, ruhum paslanıyor, mazi yılgınlığa terk edilmiş adeta. Hayat beklemiyor. Sadece durmaksızın süren akışın içerisinde arıyorum varlığımı. Unutmadım, bir çaresizlik halinden sıyrılamadığını. Sen benim baharla yüreğime düşen çiğ damlası, sen zamansız erik çiçeği, ben arsız kadeh sarmaşığı… Sen zamansızsın, zamansız açtın kalbimde. Şimdi açtığın yerde kocaman, onulmaz bir yara var. Sabahın sessizliğine aldanma sakın. Tenhalarda yokluğuna küsen gönül için üzül. Bir telaş ve bunaltı havasında süzülüp gökyüzünün kuytularına, kanma maviliğin saflığına. Cüretkarlığın gücüne iman etmiş kalbinin prangaları paslanmış. Kızgınsın bana biliyorum, belki hep öyle kalacaksın. Her döktüğü

Ne fark eder?

Ne fark eder? Buğday rengi ya da güneş sarısı bir rüya… Bu kadar fark etmeyen iniş çıkışların arasında ne fark eder ha kış ha yaz? Ne yana savrulsam bilemiyorum. Ne yana? Kan kırmızısı gülüşler ya da esmer ağlamalar ne fark eder? Kalem elimde savuruyorum kaygısızca. Bu kadar kelime, bu kadar kızgınlık sıçrıyor kağıda. Ne fark eder, gelmişsin ya da gitmişsin? Savruk bir burukluk yaşayan benlik, benden çıkmış artık yarattığın telaş… Çözemem bu kadar düğümlenmiş bir denklemi. Hangisi bilinmeyen, hangisi bilinen? Griliğin hakim olduğu yaşantıların çekim alanından kurtulmaya debelen biraz. Sakinlik, dinginlik ya da yasak sana iç çekmeler. Tabanlarım yanıyor, bu yolu yürümek zor. Gökyüzü kaynıyor adeta, destansı bir fecre hazırlanıyor sanki bulutlar. Her yer bıçak bıçak kızıla kesmiş. Cümleler inatçı, kelimeler bir o kadar arsız. Ben mi onları yazıyorum onlar mı beni? Bir çobanaldatan havalanıyor ötelerden. Kanatlarının yarattığı ışık hüzmesi akıyor coşkun bir ırmak gibi arkasından. Yükte ha

Ne gam?

Yollara düşmüş duygularım salkım saçak sallanıyor benliğimden. ''İnleyen nağmeler'' plakta, ruhum çırpınıyor koruk üzüm tanesinin renksizliğinde. Herşeyi bildiğini sanan dilsiz şeytanların hükümranlığının sonun gelmesini ummak… Sabote etmek istiyorum zaman zaman mevsimlerin kısır döngüsünü. Ağaçların dalları yerde kökleri havada, güller lavanta koksun istiyorum kimi zaman. Hüzün güldürsün, mutluluk içimi yaksın… Hiç gidilmemiş yollardan dönmek, hiç var olduğunu bilmediğim bir umuda bağlanmak istiyorum bazı zamanlar. Hiç hissetmediğim bir mutsuzluğa ağlamak ya da ne bileyim hiç ineceğim durağı olmayan bir otobüse binmek… Anlam katıyor hayata, küçük bir sokak kokoreççisinin önünde dumanı solumak, aynı havayı çekmek ciğerlere milyonlarcasıyla. Bitmek bilmeyen tanımadık yüzlerin geçişini izlemek, üzülmek hiç kaybedilmemiş olanlara. Bir kuğu sadeliğinde ya da minik bir incirkuşunun kalp atışlarında kaybedilmiş masumiyetlerin anısına üzülmek boşa. Ayrı hüsranları aynı karele

Bu kenti...

Biliyorsun, güz yağmurları buradan göçeli uzun zaman oldu. Ardından kırlangıçlar, serçeler ve sararmış yapraklar terk etti burayı. Oysa ki kent aynı… Yollar, kaldırımlar, Kızılay, Ulus, Sıhhiye aynı. Ankara’ya sonbahar gelmiyor artık. Biliyorsun, acılar, sevinçler, hüzünler, umut gitti bu kentten. Ödünsüz, samimiyetsiz duyguların sarıp sarmaladığı, titreyen sokak lambalarının aydınlattığı bu kenti terk etti dudaklardaki son tebessüm. Gözyaşları ayrıldı bu iklimden. Sahici olmayan, ikircikli bakışlar aldı yerini. Sonra anılar gitti birbiri ardı sıra. Mekanlar eskidi arkasından. Alınan nefesler geri verilmedi bu kente. Sarılan yaralar yeniden kanadı. Kan pıhtıları isyan etti. Sevgisiz düşler görülmeye başladı bu kentte. Bu kentte hiç bitmedi vedalaşmalar. İnsanlar kuşları özgür bıraktı kafeslerinden. Sonra umarsızca kendi kafeslerini yarattılar. Tellerini sık ördüler, ördüler ki dışarı sızmasın minik hıçkırıklar. Haykırışlar düğümlendi boğazlarda olabildiğince. Yutkunmalara eşlik